Çokkültürcü 'özgürlük' asimilasyoncu bir stratejiye dönüşebilir mi?
Çok-kültürcülük ve asimilasyon arasındaki girift ilişki, farklılıklarla başa çıkmayı her geçen gün daha da zorlaştırmıştır. Çok-kültürlülük ve asimilasyon gibi kavramları sosyolojik birer olgu olarak tarihin başlangıcına kadar götürmek mümkün olsa da, bir mesele olarak ortaya çıkışlarını ulus-devlet ile başlatabiliriz. Ulus-devlet, homojen ulus idealini ilk olarak farklılıkların zorunlu olarak asimile edileceği düşüncesiyle meşrulaştırdı. Doğal ve bilimsel gibi görünen bu düşüncenin daha sonra yapay olduğu görülünce çok-kültürcülük siyaseti gündeme geldi. Bu yazıda da Yunanistan'da kültürel çeşitlilik olarak varlığını sürdüren Batı Trakya Türklerinin durumu çokkültürlülük ve asimilasyon ilişkisi çerçevesinde ele alınacaktır.
---
Batı Trakya Türklerinin Yunan devletinin egemenliği altında bir sorun olarak ortaya çıkışının hikayesi, Lozan Antlaşması'nın imzalandığı 1923 yılına kadar uzanmaktadır. Antlaşmada hem İstanbul'daki Rum Azınlık hem de Batı Trakya'daki Türk Azınlık bilinen nüfus mübadelesinin dışında tutularak établis (yerleşik) statüsüne alınmış ve büyük ölçüde dini bir temelde haklara sahip olmuştur. Yukarıda belirtilen her bir ifade hem sorunun kaynağı hem de çözümün kendisi olması açısından büyük önem taşımaktadır.
Nüfus mübadelesi fikrini ortaya çıkaran temel motivasyonlardan başlamak gerekirse, bunu basitçe Türk ve Yunan ulus-devletlerini mümkün kılmak için bir zorunluluk olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Ne Yunanistan ne de Türkiye sosyo-demografik açıdan ulus olarak tanımlanmaya uygun değildi. Dolayısıyla nüfus mübadelesi ulus olmanın muhtemel çözümlerinden biriydi. Ancak günümüz Yunanistan ve Türkiye'sinden farklı olarak ulusun homojenliği dinsel temelde ele alınıyordu. İşte sorun burada ortaya çıkıyor: Yunanistan'daki Türklerin, ulusal ideolojinin şartlarını yerine getirmek için etnik olarak Yunan oldukları iddia edilmektedir. Antlaşma'daki 'din' terimi bu çabayı meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Yani Batı Trakya'daki Azınlığın hakları dini terimlerle ifade ediliyor, dolayısıyla etnik olarak tanımlanamıyor. Buna karşılık İstanbul'daki Azınlık, Rum-Ortodoks Azınlık olarak anılmıştır. Özetle, Yunanistan'ın ulusal ideolojisi Yunanistan'daki Azınlığın Müslüman (dini) bir azınlık olduğunu, bu nedenle Türk olarak tanımlanamayacaklarını, İstanbul'daki Azınlığın ise Rum-Ortodoks (etnik-dini) bir azınlık olduğunu, yani hem etnik hem de dini temelde tanımlanabileceklerini öne sürmektedir.
Ancak bu gerekçe son derece yanıltıcıdır. Yunanistan'daki Türklerin dini terimlerle tanımlanmasının temel nedeni onların Türk olmaması değil, Osmanlı'dan beri süregelen millet sistemindeki Müslüman milletin, ki Müslüman millet bugün Türkiye'yi de oluşturmaktadır, doğal türevi olmasıdır. Öte yandan, İstanbul'daki Rumları sadece dini terimlerle ifade etmek, Türkiye'de yaşayan Ermenileri, Katolikleri, Protestanları ve diğer tüm Hıristiyan toplulukları da eklemeyi gerektirir, ki bu Yunan ulus-devletinin ilkesine uymaz. Kısacası, mesele ulus-devletlerin hukuki bağlamıyla ilgilidir, sosyolojik olgularla değil.
---
Batı Trakya Türkleri, Yunanistan'da Azınlık olarak uzun bir süre yaşadıktan sonra bugün, Antlaşma'daki dini temellere uygun olarak, çeşitliliğe saygının bir işareti olduğu iddia edilen bazı dini haklara sahip oldular. İlk olarak, ezeli sorunlardan biri olan müftülerin seçimi konusunun, müftüleri seçecek resmi bir sistem kurularak çözüleceği iddia edilmektedir. Ancak bu 'özgürlük' biçimi sorgulanmaya muhtaçtır. Yunanistan'da dinin bir kurum olarak özerk bir yapıya sahip olduğu ve siyasi bir aygıt tarafından belirlenemeyeceği dikkate alındığında, Batı Trakya Türklerinin dini özerkliği Yunan devletinin tam bir egemenliği altında olacaktır. Yani müftüler demokrasinin gerektirdiği gibi demos tarafından özgürce seçilmeyecek, ki demokrasinin kökleri Yunanistan'ın Antik Tarihi'nde yatmaktadır, resmi olarak atanmış memurlar tarafından seçilecektir. Burada azınlığa kendisinden önce laiklik sağlayan Yunanistan'a teşekkür edebiliriz(!).
İkinci olarak, bir ulus-devlette azınlığa ait bir dini kurum resmi bir kurum haline geldiğinde veya kültürel değerler resmi yapıların içine gömüldüğünde, Amerikan deneyiminin gösterdiği gibi kısa bir süre sonra asimilasyon kaçınılmaz hale gelmektedir. Amerikalı sosyal bilimci Marcuse Lee Hansen, kültürel değerleri muhafaza etmesi beklenen vakıfların ya da dini kurumların resmi bir zeminde kurulmasının 3. neslin kamusal, kolektif hayata dahil olmasını sağlayarak asimile edeceğini göstermiştir.
Bu durumda çok-kültürcü politikaları benimsemek illa özgürlükçülükle bağdaşmaz, daha ziyadi azınlıkla kurulan diyalog düzeyi özgürlükçülük düzeyini de ortaya çıkarır. (çokkültürcülük ve asimilasyon ilişkisi hakkında daha fazla bilgi için bkz.)
[*] Bu yazı daha önce Millet News'ta 'How can multiculturalist ‘freedom’ become an assimilationist strategy?' başlığı altında yazılan yazıdan Türkçeye çevrilmiştir. Millet News'ta yazılan analiz yazısındaki fikirler temelde Kültür Ocağı Vakfı'nın çıkardığı Düşünce Dergisi'nde yayınlanan 'Çok-Kültürcü Asimilasyon: Yunanistan'da Dini Özgürlüğün Asimilatif Yönü' başlıklı yazıya dayanmaktadır.