İki genel seçim bağlamında beklentiler ve gerçekler
Türk asıllı milletvekillerince benimsenen siyaset tarzı toplumsal talepleri temsil etme niteliğine sahip mi, değil mi?
21 Mayıs günü ülkemizde yapılan genel seçimlerde, beklendiği gibi hükümet kurmak için hiçbir parti yeterli milletvekili sayısına ulaşamadı. Bu durum karşısında Sayıştay Başkanı Sarmas başkanlığında bir seçim hükümeti kurularak göreve başladı. 25 Haziran’da bir erken seçimin ardından Ekim ayında yapılacak yerel seçimler de göz önüne alındığında, bu yaz Yunanistan’da siyasî barometrenin sıcaklık değerleri fazlasıyla hissedilecektir.
21 Mayıs günkü seçimlerde başta İskeçe ve Gümülcine olmak üzere Batı Trakya Türkleri dört milletvekiliyle Yunan meclisinde temsil edilme hakkını elde etti. Gümülcine ve İskeçe’de seçilen toplam altı milletvekilinden dördünün azınlıktan olması, bazı çevreleri oldukça rahatsız ettiği anlaşılıyor. Dilerseniz, bu sonucu ve süreci değişik parametreleriyle ele alalım.
Milletvekili seçiminde elde edilen bu sayısal başarı ilk bakışta, azınlıkta haklı olarak mutluluk verici bir ruh hali yarattı. Oysa bu, önemli olmakla birlikte, konuya sadece bu zaviyeden bakmak eksik olur. Zira siyasete sadece sayısal başarı açısından bakıldığında bizi yanıltıcı sonuçlara götürebilir. Siyasette önemli olan, hukukunu temsil etmek amacıyla seçmenden aldığı yetkiyle donatılan azınlık milletvekillerince bu yetkinin nasıl anlaşıldığı ve hangi etik ölçütleriyle kullanıldığıdır. Alman sosyolog Max Weber, bir siyasetçide olması gerektiğine inandığı nitelikleri, sorumluluk ve inanç etiğiyle açıklar. Weber’in perspektifiyle özetlemek gerekirse, bizde elde edilen sayısal başarıdan çok izlenen siyasetin niteliği ve karakteri önem kazanır. Türk asıllı milletvekillerince benimsenen siyaset tarzı toplumsal talepleri temsil etme niteliğine sahip mi, değil mi? Siyasi ortam buna ne kadar müsaittir? Bence konunun asıl can alıcı noktası bu olsa gerek.
Bir süredir, azınlıkta bir mutasyon süreci yaşayan siyaset kültürü değişik değer ölçütleriyle kendi dünyasına yabancılaşmış, hedef pusulasını kaybetmiş bir görünüm içerisindedir. Bunun elbette çeşitli nedenleri vardır. Azınlık siyasetinde belli bir sistematik izlenerek yaşanan bu değişimde birçok etmenin rolü vardır. Bunda, elbette Türk azınlığın takındığı pasif tutumunun da payı olduğunu belirtmek gerekir. Bu açıdan bugünü anlamak için otuz yıl önce azınlıkta siyaseti dizayn eden o kritik süreçlere bakmakta yarar vardır.
Anımsanacağı üzere, seçim yasasına getirilen radikal bir değişiklikle yüzde 3’lük barajın konulması, Batı Trakya Türklerinin siyasî iradesinin tecellisinde ciddi bir handikap yarattı. Zaten o ucube değişikliğin tek bir amacı vardı; o da azınlığın sesini kısmaktı. Yapılan o değişikliğin ardından azınlık siyasetinde öncelikli konular gözden uzak tutularak geri plana itildi. Siyasî literatüre giren farklı yaklaşımlar, farklı sıfatlar, imgeler ve algılarla azınlık gerçekleri yeniden tanımlandı. Genel anlamda azınlıkta siyaset tipolojisi köklü bir değişime uğradı. O dönem yapılan analizlere göre Türk azınlık konusu, uluslararası camianın ilgisini üzerine çekmemesi için Yunanistan’ın siyasi gündeminden çıkması gerekiyordu. Nitekim yüzde 3’lük baraj önemli ölçüde bunu sağladı.
Ulusal azınlık realitesi sadece Yunanistan’a özgü bir konu değildir oysa. Hemen hemen her ülkede bir veya birden çok azınlık yaşar. Ne var ki Yunanistan’ın aksine gelişmiş demokrasilerde yaşayan ve kendilerini ifade edebilmelerine olanak sağlanan ulusal azınlıklar için pozitif ayrımcılık yapılarak milletvekili kontenjanı anayasayla güvence altına alınmıştır. Bu açıdan birçok ülkede olduğu gibi yüzde 3’lük parti barajı uygulanması makul karşılanabilir, ama bağımsız adaylar için böyle bir uygulamaya gidilmesi art niyetlidir. Bu, Yunanistan örneğinde olduğu gibi ülke genelinde siyasî hak gaspı yaratsa da söz konusu uygulamanın tek bir mağduru vardır; o da Batı Trakya Türk azınlığıdır. Bu başlı başına bir hak ihlalidir; kendi sesini duyurmak isteyen ulusal bir azınlığı açıkça susturma darbesidir.
Peki, bu uygulama Türk azınlığa nasıl yansıdı, milletvekili seçimi nasıl bir dönüşüme uğradı? Azınlığın sesini kısmaya yönelik seçim sisteminde yapılan bu değişiklikle partili milletvekilinin hareket alanı ve tabii ki hareket kabiliyeti belirgin bir biçimde sınırlandırıldı. Partilere bağlı siyaset kültürü, toplum meselelerinden önemli ölçüde soyutlanarak partilerin izlediği azınlık siyasetiyle özdeşleşti.
Azınlık konularına ilişkin geliştirilen perspektifle partilerin ortak anlayışı, azınlık milletvekili açısından bağlayıcı bir nitelik kazandı. Toplum ve parti denkleminde milletvekilinin önünde bir ikilem oluştu: Azınlık milletvekili, ya partisinin siyasî çizgisi doğrultusunda toplumunun kimlik ve eğitim gibi temel sorunlarını görmezden gelip siyasî ikbali karşılığında parti disipliniyle hizalanacak, ya da siyasî ikbalini riske etme pahasına toplumun sorunlarıyla dertlenerek siyaset serüveninin noktalanmasını göze alacaktır. Birçok azınlık milletvekili uzun yıllar bu ikilem arasında bocalayıp durdu ve onu daha ziyade cezbeden siyasetin sihirli dünyasından kurtulmayı bir türlü başaramadı. Yüzünü biraz olsun, topluma çevirenlerin neye uğradıklarını ise kısa bir süre önce hep birlikte gördük.
“Demokles’in Kılıcı” gibi başlarının üzerinde sallanıp duran parti disiplini özellikle Türk asıllı milletvekillerine ölçüsüz ve acımasız bir şekle büründü. İyi niyetinden şüphe etmediğim Milletvekili Dr. Burhan Baran’ın, daha geçen yıl İskeçe müftü adaylarıyla görüşüp kendilerine başarı dilemesi üzerine, başına gelenleri hep birlikte gördük. Başta kendi partisi olmak üzere sağcısının solcusunun hedefi haline gelen Dr. Baran’ın milletvekilliğinden istifa etmesi istenmedi mi? İşte ülkemizde siyasî partilerin, azınlık milletvekiline ve onun temsil ettiği topluma duydukları saygının ölçütü, net olarak budur. İyi de bundan böyle milletvekillerimiz toplumun sorunlarını konuşmayacak mı, tartışmayacak mı? Örneğin kurumsal anlamda can çekişen eğitim sorununu hiç tartışmayacak mı? Bu konuda net tavır alınmalıdır.
Azınlığın ağırlaşan sorunlar karşısında uzun dönemler sessiz kalıp kılını kıpırdatmayan siyaset erbabı için milletvekili sıfatı, bir noktadan sonra topluma bir hizmet kulvarı olmaktan çıkar, kişisel menfaat kaygısıyla kendi geleceğini güvence altına almaya yönelik bir tercihe dönüşür. Bir iki istisna dışında genel olarak azınlıkta siyasetçi, sorunların etrafında dolanır, ilgilenir gibi görünmeye çalışır, ama o sorunları ateşten gömlek kabul ederek elini asla sürmez. Düşünebilir misiniz, her Allah’ın sabahı okullarına ulaşmak için otuz küsur km mesafe kat etmek zorunda kalan otobüsler dolusu yüzlerce ortaokul ve lise öğrencilerinin şehirde, köhne bir binaya üst üste yığılması manzarası karşısında yapılacak hiç mi bir şey yoktur Allah aşkına! Bu azınlık öğrencisine yapılan hak mıdır, reva mıdır? Mera25 partisi dahi, siyaseten tabu sayılan azınlığın kimliği, eğitimi ve müftülük seçimi gibi konulara seçim bildirgesinde yer vermesi, bizim için öğretici, cesaret verici hiç mi bir yanı yoktur? Unutmamak gerekir ki toplumsal bir kurum olarak siyaset, seçmenin kolektif menfaatini gözetmek durumundadır. Zira siyaset, toplumun sorunlarına çözüm getirme gibi iddia sahibi olmanın sanatıdır.
Son olarak, yazımın başında da değindiğim azınlıktan seçilmeyi başaran dört milletvekiline bazı çevrelerin tepkisine bağlı olarak özellikle seçim süreçlerinde çokça hamaset konusu olan Türkiye faslını biraz açmak isterim. Batı Trakya’da azınlık gerçeğine dayalı fikir yürütürken Türk azınlığın aidiyetini ve Türkiye ile olan münasebetini, herkesten önce azınlık adına siyaset erbabı bilmesi gerekmektedir. Ülkemizde başta hükümet olmak üzere mevcut siyasî partiler, statüsünün uluslararası antlaşmalarla belirlenmiş olan Türk azınlığı Yunanistan’ın bir iç meselesi şeklinde değerlendirerek hukukunun yok sayıldığı çeşitli uygulamalar karşısında Türkiye’nin sessiz kalmasını istemeleri, iyi niyetle bağdaşır bir tarafı yoktur. Azınlık gerçeğini inkâr eden bu anlayışı benimsediği anlaşılan Gümülcine Milletvekili İlhan Ahmet, anlaşılmaz bir biçimde Türkiye’nin Gümülcine Başkonsolosluğu’nun azınlık işlerinden uzak durmasını istemiştir.
Şu gerçeği net çizgilerle ortaya koyalım. Türk azınlığın ulusal bir aidiyeti, bir kimliği vardır. Türkiye’nin Gümülcine Başkonsolosluğu’nun varlık nedeni de budur. Bunu, Batı Trakya Türkleri kadar Yunan asıllı vatandaşlarımız da çok iyi bilmektedir. Türk azınlık adına siyaset yapan herkes bunu böyle bilir ve bunun gereğini yapar. Aksini savunanlara şunu anımsatmak isterim. Yıl 1988. ABD Başkan adayı olarak Demokratların adayı Yunan asıllı Amerikan vatandaşı Michael Dukakis, o yıl görülmedik ölçüde Yunan hükümeti ile Yunan halkının maddi ve moral desteğini arkasına alarak seçim kampanyasını yaptı. Buna ikinci bir örnek, Arnavutluk’taki Yunan azınlık adaylarının Yunanistan tarafından desteklenmesi örneğinin bizden farkı nedir? Arnavutluk’ta Yunan asıllı adayları destekleyen zihniyet, soydaşlarının hukukunu anımsatan Türkiye’yi Yunanistan’ın içişlerine müdahale etmekle suçlamaktadır. Bu tutarsızlığı kimse ciddiye almaz.
Sonuç olarak, Batı Trakya Türkleri için siyasette yasakçı duvarlar örüldüğü bir gerçektir. Ona rağmen bu duvarlar aşılmaz değildir. Biraz sorumluluk, inanç ve siyasî etik olsun, yeter. Batı Trakya Türk azınlık milletvekili, aktif siyaseti bir hobi, bir hayat tarzı olarak görmemelidir. Geçmişte kimilerinin yaptığı gibi kendilerine yakışanı yapmalıdır. Önüne örülen yasakçı duvarları başı dik, alnının akıyla aşmasını bilmelidir. Unutulmamalı ki insanlık tarihi, Berlin Duvarı gibi tarihte aşılmaz sanılan nice duvarları aştı. Batı Trakya Türk azınlığı da önüne örülen yasakçı duvarları azmedip bir gün mutlaka aşacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın!