Batı Trakya’nın meçhul sosyal bilimcileriyle sohbetler: Sosyal bilimlerde kesinlik yoksa sosyal bilimler neden bilim?
Çalıştığımız konu, o konuyu çalışma biçimimiz hatta ulaşacağımız sonuçlar kendi varoluşumuzdan bağımsız değildir.
 
                                                            Bugün bu soruya sosyal bilimcilerin bile pek azının doyurucu cevap verebildiğini görüyoruz. Sosyal bilimler arasından bu sorunun cevabıyla en çok ilgilenen sosyologların, adet olduğu üzre sosyal bilimlerde doğa bilimlerinde olduğu gibi tek bir doğrudan söz edilemeyeceği, bunun yerine doğrunun kültürlerin kendi bünyesinde mündemiç olduğunu ezbere söylerler. Esasında müthiş olan bu cümle dillere öyle pelesenk olmuştur ki artık kimse o muthişliğin farkına varamıyor. Ya da şöyle diyelim: Sosyal bilimler artık doğa bilimleri karşısındaki eziklik psikolojisinin üstesinden geldiği için kimse bu yargının içeriğiyle ilgilenmiyor.
Oysaki bu yargının içeriğine vakıf olmak esasında doğa bilimlerinde de tek bir doğrunun bulunmadığına vakıf olmayı mümkün kılacaktır. Aslında olan şey, doğa bilimlerinin statik olanı çalışıyor olduğudur. Doğa bilimlerine pozitif bilim denmesinin sebebi ise pozitif kelimesinin etimolojik kökeninde ‘poz’ kelimesinin olduğu, sonraları ‘pozisyon’a da evrilebilen ‘durmak’ anlamının olmasıdır. Bu haliyle pozitif bilimler duran olguları çalışır. Duran, başka bir deyişle değişmeyen olgular, size her zaman aynı sonucu verir. Suyun 100 derecede kaynaması da buna örnektir. Bugünkü bilim anlayışında suyun 100 derecede kaynıyor oluşundan ziyade suyun belli şartlarda 100 derecede kaynıyor oluşundan söz edilir ama yine de o belli şartlar belli bir statik durumu ifade eder.
Sosyal olgular ise statik değil müphemdir. Öztürkçe haliyle müphemlik belirsizlik anlamına gelir ama burada kastettiğim Avrupa dillerindeki ‘ambiguity’nin karşılığı olarak Türkçeye çevrilmiş olan müphemliktir. Bu açıklamaya gerek duymamın sebebi ise ‘ambiguity’nin belirsizlik değil (belirsizliğin İngilizcesi ‘uncertainty’dir) çift veya çok anlamlılığa karşılık gelmesidir. Peki çok anlamlı olan şey belirsiz değil midir? Değildir! Bir şeyin çok anlamlı olması postmodern ya da nihilist söylemle hakikatsizlik ya da her şeyin doğru olması anlamına gelmez. Çok anlamlılık belki de insanın en insani özelliğidir. Modern dönemde pozitivist komplekslerle kurulan sosyolojinin göremediği de buydu. İnsanı çalışan sosyoloji pozitivist bir tavırla insanda, insan dışı olan statiği arıyordu yani boşa kürek çekiyordu. Müphemliği unutan, sonrasında unutturmak için elinden geleni yapan modernite Merleau-Ponty’nin deyişiyle ontolojik şaşılığa gark oldu.
Çok-anlamlılığın neden fazlasıyla insana özgü bir durum olduğunu biraz daha açalım. İnsan, özünde şiir yazabilen bir varlıktır. Şiir yazmak ise statik olarak çalışılabilecek hayvandan farklı bir özelliği yani müphemliği ya da hayvan değil insan olmayı gerektirir. Aynı cinsten bir karınca sürüsü her coğrafyada, her şartta, her ortamda, her vakitte aynı yuvayı yapar. İnsan ise coğrafyasını, şartları, ortamını değiştirdikçe, bununla birlikte devir de değiştikçe, değişen kültürüyle farklı farklı yuvalar (yapılar) yapar. Bunun şiirle ne ilgisi var? Buradaki ilgi şudur ki, insanın şiir yazması onu biricik kılar, onun diğer şiir yazan insanlardan farkını ortaya çıkarır. Kültür üretebiliyor olmak da kültür üretebilen başka bir milletten farklı olabilmektir. Öyle ki bugünkü sosyolojik analizlerin bir kısmı metin üzerinden söylem analizlerini içerir. Kâh gazete yazıları kâh mülâkat verileri kâh romanlar söylem analizine tabi tutulur. Bunların ortak noktaları da şiirin ortak noktalarıdır.
Bu karmaşık meseleyi anlatabilmekte ne kadar başarılı oldum, emin değilim. Lâkin burada sosyal bilimleri sosyal bilim yapan asıl durum karşılıyor bizi. O da her insanın farklı farklı şiirler yazıp, kültürler üretebildiği gibi aynı şekilde her insanın o şiirleri farklı şekillerde anlayıp, o kültürlere de farklı şekillerde tepki gösterebiliyor oluşudur. Bir mikrobiyolog belli şartlarda her zaman aynı davranışı gösteren virüsleri defalarca deneye tabi tutarak, sabit olan gerçekliği tespit ederek sonuca varır. Sosyal bilimci ise, araştırma nesnesinin müphem olması yetmiyormuş gibi diğer sosyal bilimcilerin de müphem olması yani var olan nesneyi farklı şekillerde okuyabilmesi sorununu aşmak durumundadır.
Bu sorunun aşıldığı yerde de sosyoloji ve diğer sosyal bilimler ‘bilim’ hüviyetini kazanır. Bu sorunun aşılması da tasvirle mümkündür. İnsanın müphem doğasından ötürü bugün birçok sosyal fenomen farklı anlamlara sahiptir. Örneğin milliyetçilik, bazı durumlarda modern dönemin ulus-devletlerini ortaya çıkaran siyasi akımı temsil ederken, bazı durumlarda ise yabancı düşmanlığını temsil edebilir. Ya da muhafazakârlık bazı durumlarda ihtilâl karşıtı bir tutuma atıfta bulunurken bazı durumlarda ise dindarlığa atıfta bulunur. Böyle durumlarda tasvir yapmanın önemi ortaya çıkar. Bugün felsefeyi önemsemeyen birçok sosyal bilimci çalıştıkları olguyu tanımlama ihtiyacı duymadan çalışmaya paldır küldür giriş yapıyor. Misal, sekülerleşmeden ne anladığını net bir biçimde ortaya koymayan bir sosyal bilimcinin ulaştığı sonuçların bilimsel ciddiyet açısından pek bir değeri olmayacaktır. Çünkü sekülerleşme tarihsel açıdan incelendiğinde kilise mülkünün kilisenin elinden çıkması anlamına da gelebilir, insanların dindarlıktan uzaklaşması anlamına da gelebilir. Ancak bir sosyal bilimci, insan doğasının müphem karakterinin bilincinde olduğu takdirde sekülerleşmenin şartlara göre anlamının değişmiş olabileceğinin farkında olacak ve sekülerleşmeden kendisinin ne anladığını da tasvir etme ihtiyacı hissedecektir.
Tabii bu hatayı sadece vülger sosyal bilimciler yapmıyor. Düşünce tarihine damga vurmuş şahsiyetlerde de benzer hatalara rastlamak mümkündür. Örneğin, Latince “de omnibus dubitandum” (her şeyden şüphe edilmeli) deyişini düstur edinmiş Karl Marx sınıf kavramını nedense şüphe edilmeyecek şekilde muğlak bırakmıştır. Raymond Aron sosyolojik düşünceyi analiz ederken Marx’ı bu tavrından ötürü yerden yere vurur ve sınıf kavramını layıkıyla tanımlamamasını sınıf kavramını kolay kolay eleştirilemez bir duruma getirdiğini ifade etmiştir. Net sınırlarla tanımı yapılmış bir kavram yine o tanımlar üzerinden eleştiriye tabi tutulur ama herhangi bir argümanı bulunmayan bir kavrama karşı bunu yapamazsınız. Bu da çatışmacı teoriyi bilimsel olmaktan çok ideolojik yapmıştır Raymond Aron’a göre ve hatta aslında pek de değerli bulmadığı bu teorinin ideolojik yönü sayesinde bu derece taraftar kazandığını ifade etmiştir.
Bu bilince sosyal bilimci ancak felsefeye yakın olduğu takdirde varabilir. Bunun önemini ta 2000 sene evvel Platon, yapılacak olan herhangi bir tartışmadan önce, tartışılacak olan meselenin net bir biçimde tanımlanması gerektiğini söyleyerek vurgulamıştı. Doğa bilimleri bu derece derin bir kavrayışa ihtiyaç duymaz çünkü statik olanı çalışır. Yani doğa bilimleri fazlasıyla dar bir alanı çalışma konusu edinmiştir. Felsefe dahil olmak üzere sosyal bilimler ise, özellikle de sosyoloji doğa bilimlerin kendisini bile çalışma konusu edinir. Çünkü görüyoruz ki bilimsel kabuller de tarih içerisinde değişmiştir, yani bilimi oluşturan da müphem olan insanın ta kendisidir. Bugün geldiğimiz noktada sosyoloji yalnızca doğa bilimlerini değil kendi kendisini de eleştirebilecek duruma gelmiştir. Doğa bilimleri kendi yöntem ve teknikleriyle yalnızca kendi içlerinde veri anlamında kümülatif bir ilerleme sağlayabilir ama bilimsel kabullerin değişmesi felsefi ve sosyolojik analizler sayesinde olur. Sosyoloji ise felsefenin doğrudan bir çocuğu olduğu için doğa bilimlerinden farklı olarak kendi kendisini de sorgulayarak yepyeni paradigmalara bürünebilir. Pozitivist gelenekten sıyrılabilmiş olmasını ise felsefeyle olan bu yakınlığına borçludur.
Bugün sosyal bilimcilerin bunun farkında olması gerekir. Tek başına alet edevata sahip olmak sosyal bilim icra etmek için yeterli değildir. Çünkü çalıştığımız konu, o konuyu çalışma biçimimiz hatta ulaşacağımız sonuçlar kendi varoluşumuzdan bağımsız değildir. Bu bilince sahip olmadığımız takdirde kendi varoluşumuzdan bağımsız olmayan araştırma sonuçlarımız bilimdışı ve şaibeli olacaktır. Felsefi idrak ise yazı boyunca sıraladığım sebeplerden ötürü sosyal bilimlere bilimsel meşruiyet kazandırır.
 
                     
         
         
         
         
         
         
                                                     
                                                     
                                                     
                                                     
                                                     
                                                     
                                                     
                                                     
                                                     
                     
                     
     
    