Eski Osmanlıcılık Üzerine Notlar
Türk milliyetçiliği fikrinin kurucu babaları, “anâsır-ı Osmaniyye” dâhilinde milliyetçilik fikrinin en geç Türklerde uyandığı, bu itibarla Türk milliyetçiliğini
Türk milliyetçiliği fikrinin kurucu babaları, “anâsır-ı Osmaniyye” dâhilinde milliyetçilik fikrinin en geç Türklerde uyandığı, bu itibarla Türk milliyetçiliğinin geç kalmış bir uyanışın ürünü olduğu kanâatindedirler. Türk milliyetçiliğinin doğuş dönemini konu edinen akademik çalışmaların kahir ekseriyeti de bu “geç kalmışlık” olgusu üzerinde ittifak hâlindedirler. Evet, Türk milliyetçiliği modern milliyetçilik paradigması bağlamında geç kalmış bir milliyetçiliktir; ancak bu geç kalmışlıktan Türklerin en azından devlet ricâli düzeyinde milliyetçilik hareketlerinden tamamen habersiz oldukları neticesini çıkarmak mümkün değildir. Osmanlılar milliyetçilik fikrinin imparatorluk yapılarını tehdit eden etkileriyle çok erken bir zamanda tanıştı. Milliyetler meselesinin ortaya çıkışı için milât kabul edilen Fransız İhtilâli’nden sadece kırk yıl sonra memâlik-i Osmaniyye’nin bir parçası üzerinde Yunan millî devleti kuruldu. Yunan ve Sırp isyanları, Osmanlı ricâlinde milliyetçilik konusunda bir farkındalık ve hassasiyet yaratmıştır. Bu farkındalık ve hassasiyet, ayrılıkçı milliyetçiliklere karşı cevap olmak üzere zamanla bir başka milliyetçilik türüne, Osmanlılık üst kimliği altında bir milliyetçilik modeline dönüşmüştür.
Osmanlıcılığın aslında bir tür milliyetçilik olduğunu, ilk defa Akçuraoğlu Yusuf ifade etmiştir. Milliyetçilik konusunda döneminin çok ilerisinde bir kavrayışa sahip olan Akçuraoğlu, “taleb-i vicdânîye müstenid Fransız tipi iradî bir milliyetçilik” şeklinde tavsif ettiği Osmanlıcılığı, “hükûmet-i Osmâniyye’ye tâbi’ milel-i muhtelifeyi temsîl ve tevhîd ile bir millet-i Osmâniyye vücûda getirmek” şeklinde tanımlamaktadır(1). Akçuraoğlu’nun tanımı, siyasî literatürümüzdeki karşılığını günümüze kadar muhafaza etmiş gibi görünmektedir fakat şurasını unutmamak gerekir, 1820’lerden başlayarak ilân-ı hürriyete kadar geçen süre içerisindeki bütün Osmanlıcı fikir ve uygulamaları bu tanımın içerisine sokmak doğru değildir.
19. yüzyılın ilk yarısında bir idarî tedbir pratiği olarak doğup gelişen Osmanlıcılık, ayrılıkçı hareketlerin kötü idareden neşet ettiğini, dolayısıyla iyi bir idare ile önlenebileceğini varsayan bir iyimserliğin ürünüdür. Meselâ Mithat Paşa’nın vilâyet yönetimlerinde bu iyimserliği görmek mümkündür. 19. yüzyıl reformlarından Jön Türk ideolojisine kadar Osmanlıcılığın belki de en temel vasıflarından birisini teşkil eden bu safdillik, çoğu zaman Türk unsurun aleyhinde bir körlüğe dönüşmüştür. Osmanlıcılığın güncel bir versiyonundan ibaret gördüğümüz Türkiyelilik kavramlaştırması da kimlik meselesini pratik aklın kolaycılığına havale eden aynı körlüğü ve safdilliği Osmanlıcılıktan tevarüs etmiştir. Terörün ve ayrılıkçı hareketlerin daha fazla hukuk ve demokrasi ile biteceğini savunan zihniyet, Osmanlıcılığın uğradığı dramatik akıbeti yaşamaya mahkûmdur.
Devlet ricâlimizin ayrılıkçı milliyetçiliklere karşı geliştirdiği bir başka tür milliyetçilik olan Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü muhafaza etmeye yetmemiş, bir başka tabirle başarısız olmuştur. Bu başarısızlık umumiyetle bir kimlik olarak Osmanlıcılığın suniliğine atfedilir ancak şahsî kanaatimize Osmanlıcılığın başarı şansını düşüren diğer haricî ve dâhilî faktörleri de unutmamak gerekir. Evvelâ 19. yüzyıl Osmanlısını, Rusya ve düvel-i muazzamanın “hasta adamın” mirasını paylaşmak hususundaki ihtiraslarından soyutlayabilmek mümkün değildi. İkincisi yorgun ve güçsüz devletin, millet inşasında kullanabileceği araçlardan mahrum olması sebebiyle Osmanlıcılık iyi işlenmiş bir resmî ideoloji mevkiine yükselememiş; gerçek mânâda romantik bir edebiyata, bir tarih tasavvuruna, eğitimsel süreçlere sahip olamamıştır. Osmanlıcılık hiçbir zaman bu tarz psikolojik ve ideolojik unsurlarla desteklenmemiş, desteklenememiştir. Tarihin, “insanların yapamadıklarının değil yaptıklarının kaydını tutması” hasebiyle Osmanlıcılığın farklı şartlar altında farklı bir netice hâsıl edip edemeyeceği konusunda bir şey söylemek imkânsız. Tarihî bir veri olarak Osmanlı imparatorluğu dağılmıştır; bizim için yegâne ölçü budur…
Tarih, anlamsız bir vakâ yığınından ibaret değilse; aksine “dün, bugün ve gelecek arasında bitmez tükenmez bir diyalog”# ise elbette eski Osmanlıcılığın, gerek yeni Osmanlıcılığa gerekse yine bir “iradî milliyetçilikten” başka bir şey olmayan Türkiyeliliğe söyleyeceği çok şey vardır. Yeter ki dinlemesini bilelim…
(1) Akçuraoğlu Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, İstanbul 1327.