Prens ve Sultan
İngiltere dış işleri bakanı Sir Edward Grey, Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada, “İttihad-ı İslâm’ın âlem-i medeniyet için büyük bir tehlike olduğunu” beyâ
İngiltere dış işleri bakanı Sir Edward Grey, Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada, “İttihad-ı İslâm’ın âlem-i medeniyet için büyük bir tehlike olduğunu” beyân eder. Bunun üzerine durumdan vazife çıkaran Prens, kaleme kâğıda sarılarak ferasetlü, kerametlü, devletlü Grey hazretlerine bir mektup yazar (1).
“Vatanlarını istibdâddan kurtarmaya çalışan Türk hürriyetperverânının ” bir kısmını temsil mevkiinde olduğuna ince yollu bir işaret çeken Prens, Avrupa’da İstanbul’un Pan-İslâmizmin merkezi addedildiğini fakat hakikatin aslında öyle olmadığını ifade eder. Asâlet-penâhın yüreğine su serpebilmek için dört asırdır hilâfetin merkezi olmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin son senelere gelinceye denk Müslümanların ittihadına yönelik bir siyaset takip etmediğini ekleyerek devam eder. Bu İttihad-ı İslâm heyûlâsı, müstebid Sultan’ın bir icadıydı. Ancak Sir gönlünü ferah tutmalıydı, en güçlü zamanlarında bile böyle bir siyaset takip etmeyen Osmanlı Devleti’nin, gücünü kaybettiği bu zamanlarda böyle bir dâvâ gütmesi imkân haricindeydi. Esasen Sultan da “İttihad-ı İslâm” siyaseti takip etmiyor, sadece eder gibi görünüyordu. Sultan, dâhildeki Avrupa medeniyeti yanlısı terakki fikirlerini bastırmak için “İttihad-ı İslâm”ı araç olarak kullanıyordu. Bu itibarla dünyanın en büyük hükümet-i İslâmiyyesi olan İngiltere’nin endişelenmesi için hiçbir sebep yoktu. İttihad-ı İslâm denen şey, müstebid Sultanın kuruntularından ve gerici icraatlarından ibaret bir vehimdi…
Prens’in İttihad-ı İslâm’a dair içtihadı bu vadidedir. Meselenin bir de Sultan ve Devlet-i Âliyye cephesi vardır. Devlet-i Âliyye güçsüzdü. Güçlenmek için ıslahât yapmalıydı. Islâhât yapmak için zamana ve barışa ihtiyacı vardı. Bunun için ise büyük güçlerin azgın ihtiraslarına zincir vurmalıydı. 93 Harbi’nden sonra İngiltere’nin şark siyasetini değiştirmesiyle birlikte Osmanlı’nın denge siyaseti dayanaksız kalmıştı. Sultan yeni bir denge unsuru bulmak zorundaydı ve bu unsuru dışarıdan değil içeriden bulmuştu: İttihad-ı İslâm ve Cihad-ı Mukaddes.
İttihad-ı İslâm’ın Küçük Kaynarca’ya kadar giden uzun bir hikâyesi var. Osmanlı Padişahının İslâm ve Türk dünyası üzerindeki nüfuzunu belki de Osmanlılardan önce fark eden İngiltere olmuş, hatta bunu kendi amaçları için kullanma yolunu bile denemişti. Osmanlı Padişahının bir hattı, pek çok konuyu İngiltere lehine çözebilecek kadar etkiliydi. Sultan bunun farkındaydı. İttihad-ı İslâm’ı ve Halifeliği yepyeni bir forma sokmuştu. Sultan, “ben eğer cihad ilân edersem, bütün Müslümanlar çağrıma kulak verir, bu ise Müslüman tebaaya sahip Hristiyan devletler için pekiyi olmaz” diyordu.
Sultan için İttihad-ı İslâm, hem dışarıya karşı bir denge unsuru, hem de reformlarını meşrulaştıracak bir araçtı. Ancak İttihad-ı İslâm’ın da bazı mevcudiyet şartları vardı. Sultan’ın cihad ilân edebilmesi Halifeliğinin devamına, Halifeliğinin devamı ise Haremeyn-i Şerîfeyn’in, yani Mekke ve Medine’nin muhafazasına bağlıydı. Devlet-i Âliyye’nin bekâsı açısından İttihad-ı İslâm’ın böyle bir hayatî önemi vardı. İngiltere de durumun farkındaydı, Haremeyn düşerse Osmanlı da düşerdi. Böylece Sultan ile İngiltere arasında Haremeyn üzerinde ölümüne bir mücadele başladı. Her şeye rağmen Sultan, İngiltere’nin Osmanlılara alternatif bir Halife çıkarmak gayretlerini akim bırakmayı başarmıştı.
Özetle devletin yaşaması için ıslahata, ıslahat için zamana, zaman için barışa, barış için cihad tehdidine, cihad tehdidi için Halifeliğe, Halifelik için Mekke ve Medine’nin muhafazasına ihtiyaç vardı. İttihad-ı İslâm bu konjonktürün ürünüdür. Devletin bekâsı için bir yaşam formülüdür, bir dış politika enstrümanıdır. Yoksa Osmanlı topraklarını aşan siyasî bir birlik arayışı değildir. Sultan’ın en son isteyeceği şey belki de budur…
Prens haklıydı. İttihad-ı İslâm bir heyûlâdan ibaretti. Sultan daha çok İttihad-ı İslâm siyaseti takip eder gibi yapıyordu. Zaten Sultan’ın siyaseti, derinlemesine ideolojik motivasyonlara değil daha çok çeşitli idarî tedbirlere, İmparatorluk haricindeki Müslümanların meselelerine gösterilen hassasiyete, bazı ritüellere, Osmanlı Halifeliğinin sorgulanmasına sebep olacak tarih ve fıkıh kitaplarının sansüre uğraması gibi yasaklara, hediye ve iltifatlar marifetiyle Arap aşiret liderlerinin elde tutulmasına ve benzeri pratiklere dayalıydı. Bizzat Sultan, cihadın kendisi değil ismi bizim için silâhtır diyordu. Cihad asla ilân edilmemeliydi, ilân edilme ihtimâli bir tehdit olarak kullanılmalıydı. İttihad-ı İslâm’ın siyasî plânda mümkün olmadığını ve muhtemel bir cihad ilânının büyük ölçüde cevapsız bir çağrı olarak havada kalacağını çok iyi biliyordu. “İttihad-ı İslâm bir vehimden ibarettir” sözleriyle İngiltere dışişleri bakanının gönlüne su serpmeye çalışan Prens ise bu gerçeği ilân etmek suretiyle Sultan’ın Devlet-i Âliyye için kurduğu yaşam formülünü temelinden sarsıyor ve İngiltere’ye Devlet-i Âliyye zaten düşmüştür mesajını veriyordu. Neden?
Hamiş: O gün bugündür, memleket gerçeklerinden habersiz, yüzü ve gönlü Batı’ya dönük, her fırsatta kendi ülkesini dışarıya jurnalleyen aydınlara (!) “prens” denir… Onlar basınımızın, akademimizin, düşünce ve edebiyat dünyamızın prensleridir.
--------- (1) Bahsi geçen mektup, Times ve Terakki gazetelerinde yayımlanmıştır. Mektubun metni için bakınız: Prens Sabahaddin, Gönüllü Sürgünden Zorunlu Sürgüne Bütün Eserleri, Haz. Mehmet Ö. Alkan, YKY Yayınları, İstanbul 2007, s. 148-158.