Şark'ın En Sevgili Sultanı
Tarihin en zorlu dönemlerinden birinde, Müslümanların dilini çözen, omuzlarındaki inanılmaz yükü hafifleten ve onurlarını iade eden adamdır Selahaddin.Nureddin

Tarihin en zorlu dönemlerinden birinde, Müslümanların dilini çözen, omuzlarındaki inanılmaz yükü hafifleten ve onurlarını iade eden adamdır Selahaddin.Nureddin Zengi’ in açtığı yolda suyu tersine akıtmayı başararak, Müslüman doğuyu içine saplanıp kaldığı teslimiyet ve utanç girdabından çıkarıp alan bir komutandır. Selâhaddin-i Eyyubi (ö.589/1193), yalnız Müslümanlar nezdinde değil, düşmanları tarafından da takdir edilen ender şahsiyetlerden biridir.
Kudüs'te namaz kılabilmeyi dünyanın bütün hazinelerinden daha değerli bulan bir yiğit. Bilakis babası Necmeddin Eyyubi, 15 yaşında olan Selahaddin’i Şam’dan Halep’e Nureddin Zengi’ye bir mektup iletmesi için gönderir. Mektubu ileten Selahaddin de, Nureddin Zengi’nin muttaki, İslam’ın dertlisi havası tesir icra eder. Bir hayranlık uyandırır. Halep çarşılarında gezerken, bir marangozun önünden geçmekte iken, Neccar'ın bir minber nakşettiğini görür, inceler. Halep’te kaldığı sürece bakar ki, Neccar sürekli bu minberle meşgul olmaktadır. Varır ustanın yanına, Selahaddin’den içre bir Selahaddin’in zuhuru için sarf edilmesi gereken cümleyi sarf eder sanki:
“Ustam hayırdır, ne gün gelsem, sen bu minberle meşgulsün. Hangi camiye yapıyorsun bu minberi?” Usta derinlerle meşguldür, Selahaddin’i gözlerini kısarak, kalbine bakar gibi süzer ve şimşeği çakar: “Mescid-i Aksa'ya evladım”. Selahaddin şok olur: “Amca Kudüs kimde şimdi haberin yok mu?” Usta: “Var evladım var.” Çocuk Selahaddin’den Mücahid Selahaddin’i çıkaracak kelime dökülür dudaklardan: “Amca Mescid-i Aksa’ya sen bu minberi nasıl koyacaksın? Orası Müslümanların değil”. Usta, zaman üstü ruhla cevap verir: “Evladım, benim vazifem minberi yapmak. Senin gibi bir yiğit de çıksın, bu minberi oraya koysun. Bunu yapmak da senin vazifen olsun” der ve Selahaddin 35 yıl bu hasretle yanar kavrulur.
İslam dünyası iki başlıydı. Ortadoğu’da emirlikler, atabeyler ve sultanlarıyla otuz üç adet devlet ve yarı bağımsız İslam devletleri vardı. Bu parçalanma Kudüs Haçlı Krallığı'nın ömrünü uzatıyor ve bölgedeki egemenliğini kolaylaştırıyordu. Sultan Selahaddin 1183 yılında topladığı devlet adamları, halife ve ilim adamlarıyla anlaşmaya vardı. Bağdat’tan gelen Abbasi halifesi dâhil devlet adamlarıyla Başkentte kapsamlı toplantılar üst üste yapıldı. Anlaşma metni "Şam Deklarasyonu" olarak yayınlandı. İslam Birliği teorik planda kuruldu. Haçlı tehlikesine karşı Selahaddin’in emrine asker ve lojistik destek vermeye karar verdiler. Musul’da Selahaddin adına para basıldı. Otuz üç İslam devletini bir bayrak ve inanç altında birleştirdi. İsra ve Miraç mucizesinin yaşandığı Kudüs için, Selahaddin "Ya Kudüs’ü kurtarırım ya da bu uğurda canımı feda ederim!" diyordu. Ayrıca Alman İmparatoru Şam’a bir elçi gönderdi. Kudüs başta olmak üzere Müslümanların bütün kazanımlarını istiyordu ve bunları yerine getirmezsen ordumla üzerine geliyorum, diyerek diplomatik üslubu aşan kesin uyarı veriyordu. Devlet Başkanları Hukukunu bilen Selahaddin, onur, güven, izzet ve nezaket dolu üslubuyla İmparatora cevap verdi. "Ey İmparator! Elimdeki Haçlı esirleri serbest bırakırım. Haçlılara ait bütün manastırlar da sizindir. Bütün haçlılar ve yerli Hıristiyanlar da Kudüs’te ve Filistin’deki ziyaretgâhlarda ibadet edebilirler. Bunlar dışında bir şey verilmeyecektir. Bunları kabul etmediğiniz takdirde sizi dağlarda, sahillerde ve meydanlarda savaşa hazır olarak bekliyorum." Bilahare 30 Haziran 1097 günü, Eskişehir önlerinde, Selçuklu Ordusu ile Haçlılar çetin bir savaşa giriştiler. Haçlılarla Selçuklu Türkleri arasında, hemen her yerde çetin gerilla savaşları sürdü. Günden güne azalarak Toroslara ulaşan Haçlılar, Antakya’yı kuşattıklarında 100 bin kişi kadar kaldılar. Böylece, Kılıç Arslan güçlerince Anadolu’da yarım milyon haçlı askeri kılıçtan geçirilmiş oluyordu. 21 Ekim 1097 günü kuşatılan Antakya, Haçlılara yedi ay dayandı. Kalede bulunan, Hristiyanların yardımıyla Haçlılar, 2 Haziran 1098′de Antakya’yı ele geçirip Kudüs üzerine yürüdüler. Kudüs önlerine geldiklerinde sayıları 40 bine düşüp mağlup oldular.
Şayet Alman İmparatoru aynı haşmet ve gururla Anadolu’yu aşıp, Suriye ve Filistin’e varabilseydi omuz üstünde baş bırakmayacaklardı. Tarihçilerin bugün Endülüs İslam medeniyeti için söyledikleri "Bir zamanlar Suriye ve Mısır’da Müslümanlar da yaşamıştı" diye yazacaklardı.
Selahaddin emniyet insanıydı. Nihayet surda gedikler açılınca, Hristiyanlar aralarında toplanıp bu savaşın manasız olduğunu, çoluk, çocuk, kadın demeden öleceklerinin, dolayısıyla savunmaya gerek olmadığını, anlaşma yapmanın en sağlıklı yol olduğunu söylediler. Onların endişeleri, acaba Müslümanlar onlara aynı kendilerinin Müslümanlara yaptığı gibi mi yapacaktı. Selahaddin, Kudüs’e Hz. Ömer gibi selametle girmek istiyordu.
Zira onun rehberi Hz. Muhammed’di (sav). Hristiyan reisler elçiler gönderip, şartlar öne sürdüler. Selahaddin’in cevabı ise: “Biz Müslümanlar emniyetle emrolunduk. Bizden aman dileyene, himayemize girene kılıç çekmemiz haramdır. Müsterih olunuz” dedi. Elçiler gittikten sonra ordulara hitaben: “Ey ümmet-i Muhammed. Ey Resulullah'ın bayrağını yüceltme adına sefere çıkan, şanlı kardeşlerim. Allah, size sizin elinizle bir zafer nasip etti. Yüz yıla yakındır, boynu bükük olan bu mübarek Kudüs’ü tekrar asli vatanı olan İslam’a ilk eyledi” dedi. Mescid-i Aksa’ya ilk giren kendi oldu. Tahrip edilen mihraba doğru yürüdü, gözyaşları sakalını ıslatıyordu. Kendi elleriyle süpürdü ve gülyağıyla yıkadı mihrabı. İki rekât şükür namazı kıldı. Efendimiz’in (sav) mübarek ruhaniyatına ithafen: "Ya Resulallah, senin peygamberlere imamlık ettiğin mihrabın gayri bundan sonra emindir” dedi, ağladı. 15 yaşında iken marangozun işlediği minberi getirtti ve asıl yerine koydurdu.
Üstelik 2 bin kişiden oluşan Selahaddin Eyyubi’nin ordusu Kudüs ve Fatımi ordularından oluşan 30 bin kişilik ordu ile karşılaştıklarında geri dönmeye arzu etmişlerdi. Fakat Selahaddin ordusuna hitap ederek: Mademki ölümden korkuyorsunuz niçin evlerimizde oturup çoluk çocuğumuzla ve safamızla meşgul olamadık. Sultandan ulufeler aldık askerliğe girdik. Bizim borcumuz düşmanın çokluğunu ve azlığını kıyaslamak değil ona karşı durmaktır. Bu sözlerinden dolayı herkesin kanında bir galeyan meydana getirerek 2 bin kişilik ordusu ile 30 bin kişilik orduya karşı galip gelmeyi başarmıştır.
Selahaddin Eyyubi’nin İskenderiye fethi tarihte pek değinilmemiş bir hadisedir. Hulasa Selahaddin Eyyubi 300 kişilik ordusuyla Nil nehrinden yüzerek geçerek o devirde doğunun ve batının en önemli ticaret merkezi olan İskenderiye şehrini 1-2 gün içinde fethetme şerefine nail olmuştur.
Nitekim Selahaddin Eyyubi Mısırda o zamana kadar zindan olarak kullanılan büyük bir hapishaneyi medreseye çevirerek memlekette asayişin zulüm ve düşmanlık ile değil ilim ve irfan ile hâsıl olacağını gösterdi. Bunun dışında Abbasi halifesi Mustazi Fatımi halifeliğinin ortadan kaldırılması için sultan Nureddin’e o'da Mısırdaki vekili Selahaddin Eyyubi’ye peş peşe emirler göndermeye başladı. Selahaddin ise silaha sarılmak yerine alınacak sağlam tedbirler ile insanları yeni duruma hazırlamaya emniyet göstermekteydi. Bu değişikliğin tatbikine kendi inşa ettirdiği medresede ve ardından da bazı münasip gördüğü mahallelerde dini ilimleri şafi mezhebi esaslarına gör öğretmeye başladı. Böylece aldığı tedbir sayesinde Sünni itikada umumi bir meyil başlamıştır. Bu sırada Fatımi halifesi hastalanmış bu cihetle Selahaddin Eyyubi eline geçirdiği bu fırsatı değerlendirerek bir Cuma günü ansızın hutbeyi Sünni halifesi Mustazi adına okuttu. Bu iş için vakti öyle güzel seçmişti ki Mısırda bir fert değil isyan, söz söylemeye bile cesaret bulamadı. Ardından Fatımi halifesi öldü. Bunun üzerine Selahaddin Eyyubi derhal hilafet merkezini ele geçirip Fatımi hanedanının 130 yılda biriktirdiği hazineleri kendisi için bir tane alıkoymaksızın bir günde bütün askerlere ve ahaliye taksim etti. Böylelikle Selahaddin Eyyubi ahlaki faziletlerin en büyüklerinden olan Hatem-i Tay misali cömertliğine âlemi hayran bıraktı.
Batı mantığı asırlar geçse de değişmemiştir. Korkaklar ve küçük beyinler, kahramanların ölüsüne dahi tahammül edemezler. 1920 yılında Fransızların Suriye’ye girmesiyle doğruca Selahaddin Eyyubi kabri ve türbesine giden Fransız İşgal Generali Garo, alçak ve napak ayaklarıyla pak kabri tekmeleyip; "Ey Selahaddin! Burası Hittin değil. Haçlı seferi bitti ama bak biz buradayız ve döndük." Selahaddin ölmüş de olsa kalkardı ama Selahaddin gibi tüm İslam devletlerini bir sancak altında birleştirecek olan Müslüman lazım.