Türk azınlığın yüz yıllık siyasal/toplumsal denkleminde 24 Temmuz'un izdüşümü
Yüz yıllık süreçte azınlığın kurumsal yapısı el değiştirirken hükümetler eş zamanlı olarak Türk toplumunu bölme ve parçalama faaliyetlerini aralıksız sürdürdü.

Batı Trakya Türklerinin kaderiyle iç içe bir ilişki örmüş olan 24 Temmuz günü, toplumun kolektif belleğinde iki önemli olayı simgeler. Bu iki olayı birbiriyle anlamlı kılan bağıntı ise Türk azınlığın varlığını güvence altına alan Lozan Antlaşmasının imzalandığı günün yıldönümünde, mücadelesiyle öne çıkmış bir toplum liderinin şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybetmesidir. Böyle bir hadisede aslolan siyasi bir liderin ölümü kadar bu olayın sembolik zamanlaması ve tabii ki Lozan Antlaşmasının ruhuna bağlı kendisinin toplum mücadelesine kazandırdığı dinamik süreçlerdir. Dr. Sadık Ahmet olayında birbiriyle ilintili olan bu olgular, varlığı inkâr edilen bir toplumun direniş sürecini tanımlar. Böyle bir yaklaşım varsayımsal bir düşünce (komplo teorisi) olmakla birlikte Lozan’ı bir karabasan olarak algılayan kimi odakların olası bir senaryoyu akıllara getirmemesi için hiçbir neden yoktur.
Türk azınlığın yüz yıllık tarihinde Dr. Sadık Ahmet’ten başka bu dava uğruna bedel ödeyip toplumun hukukunu savunan elbette başka örnekler de vardır. Hapis yatmış, çeşitli saldırılara maruz kalmış dava adamları Batı Trakya Türklerinde her daim saygı ve minnetle anılır. Ancak dikkat edilirse Dr. Sadık Ahmet, bu süreçte olayın teorik boyutunu aşarak tasavvurlarını eyleme dönüştüren apayrı bir figürdür. Unutulmamalı ki o, bir eylem adamı olarak Türk azınlığın önüne, ülkenin sınırlarını aşan bir mücadele vizyonu koymayı başardı. Azınlık sorunu, onun sayesinde evrensel bir menzil kazandı. Her 24 Temmuz günü kabri başında görkemli kalabalıklar tarafından anılması, esasen gücünü Lozan Antlaşmasından alan bir davanın onun şahsında yükselmesinin en somut ifadesidir.
Batı Trakya Türklerinin, hatta genel olarak Yunanistan’da azınlık statüsündeki Türklerin/Müslümanların tarihine bakıldığında, azınlık hukukunu savunma mücadelesi hiç eksik olmamıştır. Bilindiği gibi Balkan Savaşlarından sonra bu ülkenin topraklarında sayısı oldukça yüksek bir Müslüman azınlık yaşamaya başlar. Müslüman diyorum çünkü o dönem Osmanlı Devleti’nde kullanılan millet ve aidiyet tanımlamasını dini kimlik belirler. O dönem, yani Lozan Antlaşmasının imzalanmasından iki üç yıl önce, Yunan meclisine Müslümanları temsilen kalabalık bir milletvekili grubu seçilir. 1920 seçimlerinde Yunan parlamentosuna ülkenin değişik bölgelerinden 18 azınlık milletvekilinden biri olan Hamit Mehmet Beyzâde’nin Trakya'da Yunan makamlarının Müslümanlar aleyhindeki şiddet eylemlerini kınayan konuşmasını, Yunan Hıristiyan milletvekilleri öfkeli konuşmalar ve el hareketleriyle karşılık vererek engellemeye çalışmışlardır. Yine aynı dönemde 1921 yılında gerçekleştirilen Londra Konferansı’nda, Sevr Antlaşması’nın bazı maddelerinin iyileştirilmesi değerlendirilir. Bu değişiklik önerisinden rahatsız olan Yunan hükümetinin hazırlamış olduğu protesto metnini imzalamayı reddeden Müslüman milletvekillerine karşı Yunan milletvekilleri çeşitli suçlamalar yönelterek ortamı iyice germişlerdir.
Anımsanacağı gibi benzer olaylar, görece yakın bir tarihte de yaşanmıştır. 1989-1993 yılları arasında değişik seçim süreçlerinde bağımsız seçilen Türk azınlık milletvekilleri Dr. Sadık Ahmet, İsmail Rodoplu ve Ahmet Faikoğlu Yunan meclisinde konuşmaları sırasında ihlal edilen azınlığın haklarına dikkat çekmişlerdir. Azınlığa reva görülen baskılardan bahseden azınlık milletvekilleri “Türk azınlık” tabirini kullanmaları karşısında Meclis Başkanı Tsaldaris’in sert müdahaleleri arasında konuşmalarını tamamlamışlardır.
Peki geçen bu yüz yıllık dönemde gösterilen örnek davranışların aksine hiç mi hata yapılmamıştır, diye sorulabilir.
Olmaz mı hiç! Birkaç tanesinden bahsedelim.
Daha 1920’lerde Batı Trakya’nın Yunanistan’a katılmasını takip eden yıllarda hatalar zinciri birbirini kovaladı. Yunan hükümetinin iyi niyetine güvenerek her şey din ve inanç istismarı ile başladı. Yunan hükümetine yakınlığıyla bilinen cemiyetler kuruldu. Yunanistan’ın himayesinde olan bu cemiyetler, Türkiye’nin bölge insanı ile ilişkisini kesmeye yönelik bir dalgakıran görevi gördü. Bu cemiyetler, çoğunlukla makamlar karşılığında azınlığın müktesebatından ödün verdiler. Toplumda meydana gelen kutuplaşma içerisinde Yunan hükümeti öncelikle toplumun atar damarı olan eğitime gözünü dikti. Türkçe müfredatında bir ortaklık ilişkisi elde etti. Ardından geri dönülmez bir biçimde bu kurumu kendi politik hedeflerine uygun yeniden şekillendirmeye başladı. Aradan yıllar geçtikten sonra ‘size artık ihtiyacım yok’ dercesine eğitimi tamamen kendi idaresi altına aldı. Eşzamanlı olarak aynı yöntemleri takip ederek yandaşları aracılığıyla müftülüklere ve vakıflara el koydu. Sonunda kukla yöneticiler aracılığıyla Türk azınlığın bütün kurumları devletin eline geçmiş oldu.
“Sarı Öküz” misali, önce eğitim, sonra müftülük kurumu ve ardından vakıflar idaresi gibi güzide kurumlar, azınlığın kendi mülkiyetinden çıkmış, devletin mutlak tasarrufuna geçmiştir. Bugün ecdadımızdan kalma okul binasında herhangi bir etkinlik yapmak için önce devletten izin almak gerekmektedir.
Lozan Antlaşması’nın Türk azınlığa sağladığı Türkçe eğitim hakkını kullanmak ve bunun için başlarını sokacak bir okul binası isteyen öğrenci ve öğrenci velilerinin bu talebine Yunan hükümeti her yıl ikişer üçer azınlık okulu kapatarak cevap vermektedir.
Geçen yüz yıllık süreçte azınlığın kurumsal yapısı el değiştirirken Yunan hükümeti eş zamanlı olarak Türk toplumunu bölme ve parçalama faaliyetlerini aralıksız sürdürdü. Önce dağlık bölgede yaşayan Türkler için Pomak yakıştırmasıyla “onlar ayrı bir topluluktur” diyerek toplumu bölmeye başladı. Ardından Romanlar ayrı derken son olarak Alevi-Bektaşilerin ayrı bir grup olduğunu açıklayan Nea Dimokratia hükümeti konuyla ilgili meclisten yasa çıkardı.
Yaşanan Alevi-Bektaşi olayı karşısında üç azınlık milletvekili bir tepki ortaya koymuşlardır. Yeterli olmamakla birlikte, bu tepki ile Lozan’a atıf yapılarak bu uygulamaların kabul edilemez olduğu açıklanması kayda değer bir tutumdur. Bu son olay, Nea Dimokratia hükümetinin Lozan Antlaşması’nı tanımadığını ve azınlığı bölüp açıkça asimile etmeye yönelik bir süreç işlettiğini göstermektedir. Nitekim Gümülcine Milletvekili Özgür Ferhat’ın Nea Dimokratia hükümetinin çıkardığı bu yasayı bölücülük yasası olarak nitelendirmesi, azınlığa yönelik niyetin ne olduğu konusunda önemli bir tespittir. Türk azınlığın kuşatıldığı bu süreçte önemli olan birilerinin yaptığı gibi “siyasetçi” edasıyla kürsülerde ve sosyal medyada arz-ı endam ederek değil, “öğrenilmiş çaresizlik” sendromundan kurtulup toplumun vicdanı olabilmektir.
Sonuç olarak azınlık içinde kullanılmaya elverişli kişiler ya da mekanizmalar her zaman olabilir. Ne var ki bu azınlığın hukukunu güvence altına alan Lozan Antlaşması kişileri değil, onun gereğini yapmakla bizzat kendini yükümlü kılan imzacı tarafları muhatap almaktadır.