Türk-Yunan ilişkilerinin dönüm noktalarında Batı Trakya Türk Azınlığına etki eden olaylar
Yunan hükümeti, 1983 yılından itibaren Türk azınlığın ikili ilişkilerin konusu olmadığını, bu konunun Yunanistan’ın bir iç meselesi olduğunu iddia etemektedir.
Geçen yüzyılın ortalarından itibaren Türkiye ile Yunanistan arasında inişli çıkışlı seyreden ilişkiler, Batı Trakya Türk Azınlığına doğrudan sirayet eden sonuçlara yol açtı. Bu gerçek, Batı Trakya Türklerinin azınlık tarihinde hemen hemen hiç değişmedi. Bu durum bize şunu gösterir: Türk azınlık, Türk-Yunan ilişkilerinin ayırılmaz bir unsuru olarak her vesile ile karşımıza çıkmaktadır. Gerçi Yunan hükümeti, 1983 yılından itibaren bu konuda farklı bir konsept geliştirerek Türk azınlığın ikili ilişkilerin konusu olmadığını, bu konunun Yunanistan’ın bir iç meselesi olduğu mantığıyla bir yaklaşım sergileme eğilimindedir. Ne var ki azınlık konusunun, Lozan Antlaşması ile bırakıldığımız bu ülkenin tek taraflı tasarrufuna bağlı bir iç meselesi olmadığı gerçeğini, en çok bilen taraflardan birisi de kuşkusuz Yunan hükümetinin kendisidir. Unutulmamalı ki azınlığa ilişkin olarak Yunan hükümetini tutum değişikliğine sevk eden olay, yine Türk-Yunan ilişkilerinin ihtilaflı başka bir konusu olan Kıbrıs meselesi olmuştur. Yunanistan’ın bu konuda benimsemiş olduğu tutum değişikliği bile azınlığın ikili ilişkilerin konusu olduğunu dolaylı olarak ortaya koymaktadır.
Tarihin sayfalarını geri sarıp 20. yüzyılın başında Yunan hükümetinin genişleme siyasetine baktığımız zaman, hedefine ulaşması uğruna bu ülkenin topraklarındaki azınlıklara inanılmaz vaatler verdiğini görmek mümkündür. Yunan hükümeti bu çerçevede, Batı Trakya Türkleri konusunda da çeşitli vaatlerle hedef kitleyi manipüle ederek amacına ulaşmayı başardıktan sonra, diğer azınlıklarla da olduğu gibi vadettiklerini unutup inkâr etme yoluna gitmiştir.
Geçen yüzyılın başlarında azınlıklara karşı Yunanistan’ın genel tutumu bu iken Batı Trakya Türklerinin Yunan hükümeti ile olan münasebetinin nasıl başladığını, süreç içerisinde bu münasebette Türkiye’nin yerinin ne olduğunu birkaç örnekle açıklamaya çalışalım. Ancak bu konuda geçtiğimiz son yüzyılda tarihsel sürecin bilinenin yanı sıra bilinmeyen noktalarına da ışık tutmak amacıyla daha geniş bir perspektif açma zorunluluğu vardır.
1913’te Balkan Savaşlarının yarattığı belirsizlik karşısında, doğan ihtiyaç üzerine bir ara Batı Trakya Türk Cumhuriyeti kurulur. Çok ilginçtir, kurulan bu cumhuriyet kendini feshettikten iki gün sonra Yunan hükümetince tanınır. Ardından altı yıl boyunca Bulgar işgali altındaki Batı Trakya’yı ilhak etmek isteyen Yunanistan, bölge milletvekilleriyle aralıksız temas kurarak Batı Trakya’nın kendine bağlanması karşılığında burada yaşayan Türklere geniş kapsamlı özerklik vadeder. Bu amaçla bölge milletvekillerini ikna çabaları 1919 Paris Barış Konferansı öncesi zirveye ulaşır. 1920’de Yunanistan Batı Trakya’yı ilhak ettikten sonra Venizelos’un siyasi danışmanı olan Vamvakas, bölgede yaşayan Türkleri kastederek “Müslüman halkın huzuru yerinde; buraya otonom bölge mi kurulur Yunan mı gelir, halkın umurunda bile değil” dese bile Türklerden olmak üzere bölgeye genel vali atanması vaadiyle o dönem Yunanistan’ın tezine destek veren bazı Türk milletvekilleri, Yunan hükümetinden sözünü tutmasını isterler. Ne var ki bu talebe kayıtsız kalan Yunanistan’ın Batı Trakya Türklerine karşı samimiyeti de bu vesileyle ilk kez test edilmiş olur.
1923’te, her iki ülke adına yıpratıcı bir savaşın ardından imzalanan Lozan Antlaşması, Batı Trakya Türklerinin kaderini tayin eder. İki ülke arasında savaşı sona erdirip barışı sağlayan bu belge, Batı Trakya Türklerinin anayasası hükmündedir. Türk Azınlığın hak mücadelesi bu eksen etrafında yürütülmektedir. Türkiye’nin Batı Trakya Türk Azınlığına taraf olması da bu antlaşmanın esasından kaynaklanan yükümlülükleriyle ilgili bir konudur. Yunan hükümeti 1960’lı yılların ortalarına kadar, genel olarak Lozan Antlaşmasının ruhuna riayet etmiştir.
1950’lerde Yunan hükümeti, niyetinden bağımsız olarak, Türk azınlığa karşı yapıcı bir görüntü çizer. O dönem Yunanistan, Batı Trakya’nın ilhakına benzer yöntemler takip ederek bu kez başka bir “milli mesele”ye odaklanır. Kıbrıs’ı ilhak etme planı çok daha eskilere dayansa da çeşitli nedenlere bağlı olarak Yunanistan bu konuda acele etmez. Önce ilhak planının şartlarını oluşturmaya koyulur. 1950’li yıllarda Yunan hükümeti, Batı Trakya Türkleri üzerinden hem Kıbrıs Türklerini hem Türk hükümetini hoşnut edecek bir imajla Kıbrıs konusunu açmaya karar verir. 1952’de iki ülkenin devlet başkanları Yunan Kralı Pavlos ile Türk Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın katıldığı bir törenle Gümülcine’de Celal Bayar Lisesi hizmete açılır. 1954 yılında BM nezdinde Kıbrıs’la ilgili olarak girişimlerini sürdüren Yunan hükümetince Trakya Bölge Valiliği’nin yayınladığı bir genelge ile Batı Trakya Türklerinin milli kimliği öne çıkarılarak hem azınlığın hem azınlık okullarının ismi “Müslüman” iken “Türk” şeklinde değiştirilir. Yunan hükümetinin yaptığı bu jestle vermek istediği mesajın amacı Kıbrıs Türklerini, Batı Trakya Türklerine tanıdığı geniş özerkliğe sahip azınlık statüsüne özendirip adanın ilhakını kolaylaştırmaktır. Ne var ki Yunanistan’ın bu çabaları Türk hükümeti nezdinde umulan sonucu vermez ve Kıbrıs konusunun kamuoyunda yarattığı infial sonucunda hiç arzu edilmeyen 6-7 Eylül olayları yaşanır.
1950’lerde Kıbrıs’ın ilhakıyla ilgili olarak yapılan başarısız girişiminden sonra Yunan hükümeti, sonraki yıllarda da Kıbrıs konusundaki umudunu yitirmez; 1967’de iki ülke arasında başbakanlık düzeyinde gerçekleştirilen Dedeağaç ve Keşan görüşmeleri dolayısıyla Yunan hükümetince böyle bir amaç güdülür. Ne var ki bu kez Batı Trakya Türk Azınlığının, Kıbrıs meselesine referans amaçlı “rol model” olarak öneminin kalmadığı bir dönemde yapılan görüşmelerin sonuç vermemesi üzerine Batı Trakya Türklerinde sorunların katlanarak arttığı bir sürecin yol taşları döşenmeye başlanır. Öyle ki 1967’de Albaylar darbesi ile diktatörlüğe dayalı bir rejim kurulan Yunanistan’da en çok Türk azınlık ile sol hareketler hedefe oturtulur. O dönem, Türk azınlıkta geniş bir tasfiye hareketi başlatılır. Türkiye’de öğrenim görmüş olan birçok öğretmenin görevine son verilir. Dağlık bölge insanının kimliğine yönelik özel bir plan oluşturulur. O dönem Azınlık Okulları Sorumlusu Minaidis öncülüğünde “Pomakları diğer azınlık grubundan ayıran” bir siyaset tarzı uygulamaya konulur. Azınlık Okulları Koordinatörlüğü, Ordu ve Emniyet üçgeni işbirliğinde azınlık ve özellikle Balkan kolu Türkleri yakın takibe alınır. O yıllara ait Yunan arşivlerine bakıldığında bugün “Hıristiyan” öğretmenler dediğimiz kadrolar o dönem “Yunan öğretmenler” tanımlamasıyla Türk azınlığa nasıl davranılacağı konusunda özel seminerlere tabi tutulur, bu amaçla kongreler düzenlenip aeğitim kurumunun yeniden dizayn edilmesi için hedefler birer birer tespit edilir. Daha önceki yazılarımızda da bahsedildiği gibi bu projenin en önemli kilometre taşını, SÖPA’nın kurulması oluşturur.
Askeri Cunta döneminde görevlerine son verilen birçok öğretmen arasında Şahin Türk İlkokulunda görevli Türkiye mezunu Hasan Çorbacık ile İdris Kalfa’nın da bu öğretmenler arasında yer aldığı görülür. Batı Trakya’nın bütün Türk okullarında bir daha asılmamak üzere “Türk İlkokulu” yazılı tabelalar indirilir. Türkler aleyhinde görülmedik baskı politikası bütün şiddetiyle devreye sokulur. Balkan kolunda Türk kimliği, hayali bir kimlik olan “Pomak” kimliğiyle ikame edilmek istenir. Pomaklık propagandası, başarıya ulaşması amacıyla bölge insanının hassas olduğu İslam kimliğiyle tahkim edilmeye çalışılır. Giderek yoğunlaşan söz konusu baskılar bölge halkını fazlasıyla huzursuz ve tedirgin eder.
Türk azınlık aleyhinde baskıların arttığı 1969 yazında Türkiye’nin Atina Büyükelçisi İlter Türkmen Batı Trakya ziyaretini gerçekleştirir. Şahin’de kadınlar tarafından coşkulu bir biçimde karşılanan Büyükelçi, “Kurtar bizi!” sloganı eşliğinde köy merkezine girer. Büyükelçinin bu ziyareti, bezdirilmiş olan halka moral kaynağı olur. İlter Türkmen, halkın şikâyetlerini dinleyip onlara moral verir. Ziyaret, halk üzerinde öylesine etki yaratır ki Şahin’de yeni doğan bebeklere “İlter” ve “Türkmen” adları verilir.
O dönem Türk Büyükelçisinin Batı Trakya ziyareti, bazı çevrelerin moralini fazlasıyla bozacak; bu durum cunta hükümetinin yerel yöneticilerini uzun bir zaman meşgul edecektir. Azınlığın gözünde itibarsızlaştırılmak istenen ziyaret “Bir Müslüman kadın, nasıl olur da bir yabancının boynuna sarılır?” şeklinde sistemli bir karalama ve dini kavramlar üzerinden algılar yaratılarak bölgeye gerçekleştirilen ziyaretin aleyhinde bir reaksiyon oluşturulmaya çalışılacaktır.
Türk Azınlıkta dozu artan baskılar karşısında soydaşların dertlerini dinlemek amacıyla dört yıllık bir aradan sonra bu kez dönemin Atina Türk Büyükelçisi olan Kamuran Gürün, 1973 yılının sonunda Batı Trakya’yı ziyaret eder. Büyükelçinin, şehirde yaptığı çeşitli temaslardan sonra Balkan kolu köylerine gitmek istediğini belirtmesi üzerine Yunan makamları, yolun bozuk olduğunu söyleyerek bu ziyareti engellemeye çalışırlar. Ancak Büyükelçi gitme kararından vazgeçmez ve Mustafçova ile Yassıören gibi bazı köyleri ziyaret eder. Bölgede yaşayan Türklerin şikâyetini dinler ve onların yalnız olmadıklarını, Türkiye’nin Batı Trakya Türk Azınlığının sorunlarıyla alakadar olduğunu söyleyerek halkı teselli eder.
Yunanistan’da cunta hükümeti döneminde Türk azınlık kurumsal anlamda büyük bir tahribat yaşayacak, ata yadigârı vakıflar gibi Türk azınlığın özel mülkiyeti olan eğitime el konulduğu bir dönemde Askeri Cunta hükümeti düşer ve Yunanistan’da seçimler yapılarak yeniden demokratik(!) düzene geçilir. Ne var ki bu yeni dönemde de Türk azınlık adına değişen hiçbir şey olmaz; askeri yönetimin kurumsal yapısı ve yöntemleri Türk azınlık üzerinde kesintisiz devam etmiştir.
1981 yılında Yunanistan’da “Allagi” (Değişim) sloganıyla halka eşitlik vadederek iktidara gelen PASOK azınlıkta derin bir düş kırıklığı yaratır. 1983 yılında, Türkiye ile Yunanistan arasında çeşitli anlaşmazlık konularının sürdüğü bir dönemde Kıbrıs Türkleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kurduklarını ilan ederler. Bu gelişme üzerine PASOK hükümeti Batı Trakya Türkleri üzerinden cevap verir. Albaylar Cuntası döneminden Türk ismini taşıyan kuruluşlardan kala kala üç tarihi kuruluş olan İskeçe Türk Birliği, Gümülcine Türk Gençler Birliği ve Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği’nin tabelaları indirilerek bu kuruluşların kapatılması talebiyle dava açılır. O gün bugündür, bu üç kuruluşun resmi faaliyetleri Yunan hükümetince yasaklanmış bulunmaktadır.
Sonuç olarak bugün Yunan hükümeti, tarihi gerçekleri çarpıtarak Batı Trakya Türklerinin Türkiye ile olan milli bağlarını yok saymak ve Azınlığı sindirmek istemektedir. Diğer bir ifade ile inkâra dayalı kurgu ve algı yönetimiyle Türk azınlığın Türk olmadığı algısını yerleştirmek istemektedir. Satırlarımı bitirirken sadece iki örnek vermekle yetineceğim. 1978’de İsviçre’nin Montreux kentinde dönemin Türk Başbakanı Bülent Ecevit ile Yunan Başbakanı Konstantinos Karamanlis arasında yapılan görüşmede her iki azınlığın durumu ele alınmış, Yunan Başbakanı “Batı Trakya’da 110 bin Türkün yaşadığı”nı ifade etmiştir. Bu tarihten çok daha önce 1932 yılında Türk-Yunan ilişkilerinin geleceği açısından her iki azınlığın önemine değinen Eleftherios Venizleos şu ifadeleri kullanmıştır:
“İstanbul’daki Yunan azınlığı ile Batı Trakya’daki Türk azınlığı, yurttaşı oldukları ülkelerin maddi ve manevi menfaatlerine sadakatle bağlı kalmaları halinde bu dostluğun geliştirilmesinde fazlasıyla katkı sunabileceklerdir”.
Venizelos’un, doksan küsur yıl önce büyük isabetle belirttiği gibi, bugün Yunan hükümetinin aksine Batı Trakya Türk Azınlığı yaşadığımız bu ülke uğruna, canını feda edip şehit olmayı dâhil vatandaşlık görevinden hiçbir konuda imtina etmemiş, üstüne düşeni her zaman yerine getirmiştir. Gönül isterdi ki Venizelos’un bu veciz sözünü Yunan hükümeti de anımsasın ve Batı Trakya Türk Azınlığının mutluluğu için gereğini yapsın.
Sonsöz olarak konu Türk azınlık açısından bu kadar açıkken Yunan Başbakanı Mitsotakis ya da bir başkasının Batı Trakya Türklerini kastederek “Pomak” ya da “Hellen Müslümanları” demesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Başını kuma gömüp devekuşu siyaseti izlemek, Türk azınlığın da yaşadığımız şu güzel ülkenin yararına da hiçbir sonuç sağlamamaktadır.