Hakkını helal etmenin etnografyası
Şüphesiz hepsi kul hakkını kulun affetmesi gerektiğini biliyor ancak bunun pratiği kültüre bağlı olarak farklı şekillerde uygulanabiliyor.

“Hakkını helal et!”, “helal olsun!”, “hakkımı helal etmiyorum!”… Bu ifadelerin hepsi kültürümüzde fazlasıyla aşina olduğumuz ifadeler. Hakkını helal etmenin, daha kavramsal haliyle ‘kul hakkı’nın kökeni ise “Benim yanıma her şey ile gelin affederim. Fakat kul hakkı ile gelmeyin, onu ben değil, kulum affeder.” kutsî hadisine dayanır. Bu söze ilk baktığımızda ötekine yönelik bir sorumluluk ahlâkının İslâm dininde önemsendiğini görüyoruz. Buna ilişkin en değerli incelemelerden birini Rasim Özdenören'in 16 Aralık 2012’de Yeni Şafak’ta yayınlanan ‘Kul hakkı versus insan hakkı’ yazısında görüyoruz. Ona göre insan hakları kilise otoritesine bir tepki biçiminde ortaya çıkan hümanizmayla başlar. Buna göre insan merkeze alınır ve her insanın bir ben olarak söyleyecek sözü olduğu vurgulanır. Üstad’ın ifadesiyle hümanizma ve özelinde insan haklarının söylediği şudur: “Ey kilise, sen sensen, ben de benim; senin bana karşı hakların varsa, benim de sana karşı haklarım var!”
Müslüman milletlerde ise kilise tarzında bir otorite olmadığı için onlarda insan haklarından bahsetmek biraz kısmen anakronik kaçabilir. Kul hakkı vardır bunun yerine Müslüman milletlerde. Buna göre her ikisinin kıyası şu şekilde yapılır Özdenören’in yazısında: İnsan haklarında “benim mülkiyet hakkım, benim konuşma hakkım, benim din ve vicdan özgürlüğüm, benim seçme hakkım” anlayışı esastır, kul hakkında ise “aman başkasının hakkını yemeyeyim, aman başkasının mülkiyetine bir haksızlık yapmayayım, aman başkasının dinine, vicdanına ilişkin bir hakkı ihlal etmeyeyim” anlayışı esastır. Kul hakkına benzer bir etik anlayışı Yahudi fıkhından çokça beslenmiş olan Emmanuel Lévinas da benimser. Hatta -postmodernist olmaktan Allah’a sığınırım ama- Zygmunt Bauman da modern etiğe karşı Lévinas’tan beslenerek bir postmodern ahlâk anlayışı öne sürüyor. Bauman’da bir nebze olgunluğa eriştiğini gördüğümüz bu anlayışta esas olan ötekinin yüzünü gördüğümüzde bir sorumluluk hissetmek, ötekini gözetmektir. Biraz vülger konuşma pahasına, ben ötekini bir öteki sorumluluğuyla gözetirsem öteki de beni aynı bilinçle gözetirse ikimizin de hakkı gözetilmiş olur demeye getiriyor filozoflar.
Katılırız katılmayız fakat ‘kul hakkı’nın şu kadarıyla bile sağlam bir sistem üzerine kurulduğunun hakkını teslim edebiliriz. Ancak hakkını helal etme söyleminin bu ‘muhteşem’ etik sistemle her zaman alâkalı olduğunu söyleyemeyiz. Daha öncesinde de buna benzer yazılar yazmış olmakla birlikte bu durumun sonucunda yaşananların idealize edilenlerden çok farklı olduğunu görünce kendimi bu konu üzerinde düşünmekten alıkoyamadım. “Bana kul hakkıyla gelmeyin” demiş Allah kutsî hadiste fakat “zulmedeni affedin” de demiş bir başka kutsî hadiste. Demek helallik istemek bir emir olduğu gibi hakkını helal etmek de bir emir. İşin adalet kısmını soracak olursanız, orası apayrı bir konu. Zaten kavramların muhtevasını birbiriyle karıştırmaktan geliyor başımıza çoğu şey.
Bunca yıldır bu kültürde insanlar birbirinin hakkını helal etmemiş dini bir motivasyonla. Ben ise samimi bir Müslüman olduğunu iddia eden biri olarak hakkını helal etmenin bir emir olduğunu söyleme cüretinde nasıl bulunuyorum? Öncelikle bunu söylerken fıkıh usulü alanına girecek kadar densiz olmadığımı belirtmeliyim. Bu konudaki önerim İslam’ın çoğu zaman bir ötekilik etiğine sahip olduğunu düşünmemle başlıyor ve yaptığım mini bir etnografik çalışmayla da devam ediyor.
---
Etnografya eksik olma pahasına en basit tanımla bir kültürün kendi içinden çalışılmasıdır. Ben de ilgili meseledeki merakımı gidermek için farklı ülkelerde yaşayan Müslüman arkadaşlarımla kısa mülakatlar yaptım. Bu kişilerin aynı zamanda Türkiye’de eğitim vesilesiyle bulunan kişiler olduklarını göz önünde bulundurduğumuzda onlara sorduğum sorular genel itibariyle Türkiye’deki hakkını helal etme ifadesinin kendi kültürlerinde kullanılıp kullanılmadığı, kullanılıyorsa hangi anlamda kullanıldığı çerçevesinde olmuştur.
İlk olarak Sudanlı arkadaşım Türkiye’ye ilk geldiğinde hakkını helal etmenin affetmek manasında kullanıldığını zannettiğini söyledi. Bunun sebebi ise kendi kültürlerinde “beni affet” ifadesinin Türkçeye Fransızcadan geçmiş olan pardon kadar sık ve her alanda kullanılıyor olmasıymış. Bunun ötesinde Türkçede kullandığımız haliyle hakkını helal etme kavramı yokmuş Sudan’da.
Nijerli bir diğer arkadaşım ise "bildiğim kadarıyla böyle bir şey yok" diye cevap verdi. Böylesine önemli bir şey olsaydı zaten bildiğim kadarıyla demesine gerek kalmadan direkt söylemiş olurdu diye düşünüyorum.
Öte yandan Mısırlı bir arkadaşım Sudanlı arkadaşımın dediği gibi affetmek fiilini kullandıklarını ama bunu Türkçedeki helal etmekle bire bir aynı anlamda yani kul hakkı manasında kullandıklarını ifade etti.
Bangladeşli bir başka arkadaşım da “affetmezsen cennete gidemem” gibisinden bir af dileme usulleri olduğunu ama helallik kavramını kullanmadıklarını söyledi. Bununla birlikte son durağın cehennem olsun temennisinin de sıklıkla kullanıldığını ifade etti.
Taylandlı arkadaşımın söylediklerine göre ise helallik kavramının en ideal biçimi Tayland’da kullanıldığı anlaşılıyor. Onun dediğine göre helal kelimesi onlarda da kullanılmakla birlikte dillerine Malayca’dan, oraya da Arapça ‘muaf’tan geçmiş olan hariç tutmak anlamındaki ‘maaf’ kelimesini de helal etmek kadar sık olmasa da kullanıyorlarmış ve bu kullanımı en ideal biçim olarak görmemin sebebi ise ötekini gözetir şekilde kullanılıp, insanın hıncını çıkarma motivasyonundan uzak olmasıdır.
Ortadoğu’ya döndüğümüzde Kuveyt’te yaşayan bir arkadaşım da kültürlerinde Türkçedekiyle birebir aynı olmak üzere helal kavramını kullandıklarını söylemekle birlikte bunun tüm Arap milletlerinde kullanılmadığını da ilave etti.
Son olarak Medine’de yaşamış olan bir arkadaşım da böyle bir şey duymadığını ancak Medine çok farklı milletlerden insanları barındırdığı için başka insanların kullanıyor olabileceğini belirtti.
---
Görüldüğü gibi hepsi Müslüman olan arkadaşların kültürlerinde helallik kavramının algılanışı derin farklılıklar arz edebiliyor. Şüphesiz hepsi kul hakkını kulun affetmesi gerektiğini biliyor ancak bunun pratiği kültüre bağlı olarak farklı şekillerde uygulanabiliyor. Sözgelimi, seni affettim demek hakkını helal etmenin bir versiyonudur. Öyle ki, Sudan’da bir insan diğerini affettiğinde hakkını helal etmiş oluyor. Türkiye ve daha birçok ülkede ise bu durum helallik kavramı üzerinden ilerliyor. Ancak beni her zaman rahatsız etmiş olan ‘hakkını helal etmeme’nin bir hınç motivasyonuyla harekete geçmesidir. Burada “adalet ne olacak?” sorusu da geçersiz kalır çünkü adalet mekanizması hıncını çıkarmak veya intikam almak için işlemez, adaleti sağlamak için işler. Adaletinse hınçla hiçbir işi yoktur. Hınç yeni adaletsizlikler üretir.
Hem kendisi de bir insan, dolayısıyla hata yapan bir varlık olan hakkını helal etmeyen kişi nasıl emin olabiliyor ileride hakkının helal edilmeyeceği bir günahı istemese de işleyeceğinden. Ki karşındaki Allah da değil ki kolay kolay affetsin, hele ki senin gibi gururlu biriyse. Ayrıca gerçek pişmanlığı gördüğünde Allah bile affediyorsa biz kimiz ki affetmiyoruz? Bırakın Bergen şarkısında istediğini söylesin!