Ana dil versus anne dili
Bugün milletleri soy bağı üzerinden tanımlıyor olmamız da fare gibi düşünmenin üzerine çıkamıyor oluşumuzdandır.

Türkçede “ana” kelimesinin eş sesli bir kelime olması hasebiyle çoğu zaman ana dil ifadesiyle kastedilenin ne olduğu konusunda bir ihtilaf ortaya çıkar. Buradaki ana, anne anlamına da geliyor olabilir; asıl, temel, başat gibi bir anlama da geliyor olabilir. Zannediyorum, Türkçe konuşan bir insan ana dille ilgili yapılan bir sohbette başat bir dilin anne dili olması gerektiğini anne dilinin de başat bir dil olması gerektiğini varsayarak konuşur. Öyle ki, bir insan ana dil derken yerine göre çocuğun ailesinde öğrendiği dili de kastediyor olabilir, bir ülkenin resmi dilini de kastediyor olabilir.
Velhasılı, bu yazıda amacımız ana dil dediğimiz şeyi anne dilinden ayırarak tasrih etmektir. Demek ki, bizim ana dil diyeceğimiz şey İngilizcede mother language olarak bilinen anne dilinden ayrı bir şey olacaktır. Daha ziyade main language’dir bizim kastettiğimiz.
Ne var ki, dünyada main language diye ifade ettiğimiz kalıbın kullanıldığını pek görmeyiz, en azından mother language kadar. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Bunların başında ana dilin gündelik hayatta bir şeyleri karşılayabilecek bir işlevi olmamasıdır; sıradan herhangi bir şeyin epey üzerinde fonksiyonu vardır ana dilin (detaylarına sonra değineceğiz). Anne dilinin ise dilbilimsel içeriğinin yanı sıra hukuki, psikolojik ve daha birçok disiplinde yeri vardır.
Anne diliyle başlayalım. Dilbilimsel kaynaklar bize anne dilini, kişinin ilk olarak annesinden duyup öğrendiği dil olarak tanımlar. Kaba tanımların ötesine geçme derdinde olan kaynaklar ise anne dilini bir metafor olarak kabul eder ve bunun esasında kişinin doğduğu çevrede öğrendiği dil olduğunu beyan eder. Uzun lafın kısası, bir insanın ilk öğrendiği dildir anne dili.
Ne var ki, ilk öğrendiğimiz dile başat anlamındaki ana dil yakıştırmasında bulunmak ciddi bir hata olacaktır. İnsan ömrü boyunca birçok dili farklı gayelerle öğrenebilir. Annesinden kabile dili öğrenmiş Nijerli bir çocuk, ülkesinin eğitim sisteminde Fransızca eğitim görmüş, sonrasında herhangi bir amaçla ABD’ye taşınıp, orada kendi çocuklarına bile İngilizce konuşur hale gelmiş olabilir. Henüz 20’li yaşların başında ABD’ye göç etmiş Nijer’in filanca kabilesine mensup bu kişi ilkokula başladıktan sonra annesinden öğrendiği kabile dilini artık belli seviyenin üstündeki ihtiyaçlara karşılık vermediği için nadiren konuşmaya başlamış, Fransızca ise belli seviyenin altındaki ihtiyaçlara karşılık vermediği için, yani eğitim ve bürokrasideki amaçlar doğrultusunda kullanmaya alıştığı için onu da duygusal iletişimde kullanmaz hale gelmiştir.
Gelgelelim ABD’de hem ailesiyle hem de bürokratik herhangi bir işte İngilizceyi çatır çutur konuşuyordur artık bu kişi. Şimdi, bu insanın 7 yaşından sonra ailesi dışında kimseyle konuşmadığı için zamanla neredeyse unutacak seviyeye geldiği anne dilinin aynı zamanda ana dili olduğunu mu söyleyeceğiz?
Ana dilini demek ki şu ya da bu biçimde hayatımıza en fazla nüfuz eden dil olarak tanımlayacağız ve bu dilin sabit bir biçimde ana dil olarak kalmadığını bileceğiz. Nijerli adam örneğimize geri dönecek olursak, muhtemelen 7 yaşına kadar ana dili, ailesinden öğrendiği kabile diliydi; 15 yaşlarında okulda edebiyatına varana kadar eğitim dili olarak öğrendiği için Fransızca ana dil rolünü üstlenmiş olabilir; ABD’de İngilizcenin hayatının her noktasına nüfuz eder hale gelmesi meselesini ise hiç konuşmaya bile gerek yok.
Ancak benim ana dile verdiğim önem bunların da ötesinde. Şairlerin ve filozofların bir kısmı dilin milletleri meydana getirdiğini savunur. Bir şair bir dili öyle bir seviyeye ulaştırır ki, o milletin mensupları o dilin ulaştığı seviyeye göre düşünür; tabii o dili ana dil olarak benimseyip yine o şairin ulaştırdığı seviyede zevk alabilir hale geldiyse. Bu görüşe göre sözgelimi Cengiz Aytmatov’un Türk edebiyatçısı olabilmesi için Rusça değil Türkçe yazmış olması gerekir. Bir Yunus Emre, bir Karacaoğlan Türk şairi, Peyami Safa ve Ahmet Hamdi Tanpınar da Türk romancısıdır buna göre. Demek ki, biz bu görüşle millet olmanın soy bağıyla pek bir alakası olmadığını da bir kez daha ikrar ediyoruz. Millet olmak iradi bir şeydir. Bir Yunansanız eğer Yunan gibi düşünmelisiniz; bunun için de ana dilinizin Yunanca olması gerekir. Bir şairseniz eğer hangi dili güzelleştiriyor, hangisinin zenginleşmesine katkıda bulunuyorsanız siz o dille konuşan insanların mensup olduğu millettensiniz.
İnsanın iradesi olmasaydı eğer farklı farklı dillerde konuşmuyor, farklı farklı kültürler üretmiyor olurdu. Hülasa bir fare gibi fare olarak doğup, fare olarak ölürdü. Bugün milletleri soy bağı üzerinden tanımlıyor olmamız da fare gibi düşünmenin üzerine çıkamıyor oluşumuzdandır.
Bir insana ebeveyni istediği dili öğretsin, o insan hangi dilde küfrediyor, hangi dilde rüya görüyor, orta okulda hangi dilde aşk şiiri yazıyor, hangi dilde ağıt yakıyor? O dildir insanın milleti.